France Football, Ballon d’Or ödülünü 1956’da dağıtmaya başladı ve ödülü kazanan isimleri de kapağından duyurmayı adet haline getirdi. İşte o kapaklarda arz-ı endam eden Altın Top sahipleri…
İlkler Özeldir
Futbolun mucidi İngilizler mi yoksa İtalyanlar mı? Ya da kökleri Asya’ya dayanan bir oyun mu? Bütün bu sorular, oyunun tarihi boyunca tartışıldı ama ‘Futbol İkonu’ müessesinin hangi coğrafya tarafından icat edildiği bariz sanki… Ada topraklarında doğan ya da yolu bir türlü Ada’ya düşen birçok yetenekli futbolcu, özellikle Premier Lig’in kuruluşundan sonra bunu yaşadı ve yaşamaya da devam ediyor.
İngilizlerin bu yöndeki ilk adımına baktığımızda ise karşımıza çıkan ilk isim Stanley Matthews desek, sanırım yanılmamış oluruz. ‘Top Sihirbazı’ lakabıyla anılan kanat oyuncusu, savaş sonrası modern futbolun kahramanlarından ve ‘Matthews Çalımı’ gibi bugüne bıraktığı miraslar var. Fakat bunun yanında İngiltere’nin bir nevi ‘yüzü’ durumunda da…
Reklamlarda yer alan, kraliyet davetlerinde boy gösteren ve bugünün yıldızlarını aratmayacak seviyede popüler olan Matthews, 1956’da verilen ilk Ballon d’Or’un da sahibi. İşin ilginci, ödülü aldığında 41 yaşında… Yani France Football da bir bakıma iade-i itibar yapmış ve ‘Zirveye çıktığın yıllara sayalım” demiş sanki.
İlk ödülün listesine baktığımızda, 1950’li yılların futbol aleminin bir özetini görüyoruz: İkinci sırada 1955-1956 sezonundaki ilk Avrupa Kupası’nı (bugünkü Şampiyonlar Ligi) kazanan Real Madrid’in yıldızı Di Stefano, üçüncü sırada. Finali kaybeden Stad de Reims’in yıldızı, o yaz Real Madrid’e geçen Raymond Kopa ve kısa süre sonra altın kadroya katılacak Puskas, dördüncü, dönemin en iyi kalecisi kabul edilen Lev Yashin ise beşincilikte kalmış…
Nereye Koysan Oynar…
9 Temmuz 2014, Corinthians Arena, Brezilya… Birkaç gündür dış dünyadan kopuk bir hayatım vardı. Brezilya’daydım ve sadece yakınlarıma mesaj atıp, Sao Paulo’yu gezmekle meşguldüm. 9 Temmuz günü, Arjantin ile Hollanda arasında oynanacak yarı final maçı için stadyuma gittiğimde, gündemimdeki en önemli haber, bir gün önce oynanan ve ev sahibi Brezilya’nın 7-1 kaybettiği maçtı. Stadyuma girdim, kale arkasında Arjantinli taraftarların yoğun olduğu bölümdeki yerimi aldım. Takımlar sahaya çıktıktan kısa süre sonra skorborda yansıyan bir resim, duygulanmama neden olacaktı. Futbol tarihinin en büyük efsanelerinden Alfredo Di Stefano, iki gün önce vefat etmişti ve onun için saygı duruşu yapılacaktı. Maçtan önce desibel falan dinlemeden ortalığı inleten Arjantinlilerden ses çıkmıyordu. O an, belki de sadece bir-iki maçını izlemiş, desteklediğim hiçbir takıma zaferler kazandırmamış biri için bile duygu yoğunluğu yaşadığımı hissetmiştim.
1950 veya 1960’lardan oynayan ve yıldızlaşan futbolcular, o jenerasyon tarafından masal kahramanları gibi anlatılırdı ve ben de büyükbabamdan dinlemiştim Di Stefano’yu… Edirne’de emekli bir öğretmendi ve belki de hayatı boyunca onu canlı izlememişti; ‘etki’ denen şey böyle bir şeydi herhalde… 2012’de Attila Gökçe, Di Stefano’dan bahsederken, “Her bölgede oynardı ve her bölge değiştirdiğinde ‘Yılın Futbolcusu’ ödülüne aday olurdu” demişti. Birçok kaynak, onun için tarihin ilk box to box oyuncularından biri olarak bahsediyor. Real Madrid’in 1950’lerde Avrupa futboluna hükmettiği dönemde Puskas, Gento ve Kopa gibi süper yıldızların arasında dahi ‘general’ pozisyonunu koruyan Di Stefano, Ballon d’Or tarihinde de gayet tabii önemli bir yerde. İlk ödülü kaçıran ‘Sarı Ok’, 1957 ve 1959’da zirvede yer aldı ve Altın Top’u iki kez kazanan ilk futbolcu oldu. İşin ilginç yanı, o dönem Ballon d’Or sadece Avrupalı oyunculara veriliyordu. Fakat Di Stefano’nun daha sonraları onu İspanya Milli Takımı’na kadar götüren İspanyol vatandaşlığı, Ballon d’Or’u da ona getirecekti. Arjantin asıllı Real Madrid yıldızının yolundan, 1961’de bir Arjantinli daha geçecek ve İtalyan vatandaşı olan Omar Sivori de aynı ödülü evine götürecekti…
Zirvedeki Yalnızlık
Kaleciler, genelde yedikleri gollerle, hatalarıyla anılır ve yalnızlıklarından dem vurulur. Bir kalecinin ‘Avrupa’nın En İyi Futbolcusu’ seçilmesi hâlâ bir nevi imkânsızlığını koruyor. Fakat dünya futbol tarihinde bunu başaran bir kişi var: Tabii ki Lev Yashin…
Onu izleyen biriyle konuştuğunuzda genelde şunu duyarsınız: “Ceza sahasına hakim olan ilk kaleciydi” ya da “Topu rakip sahaya kadar eliyle gönderebiliyordu.” Lev Yashin, elbette sadece bu hünerleriyle bile oyunun tarihine geçmeyi hak ediyor. Bir mevkiinin kaderini değiştiren adamlardan. Ama en önemlisi, hakkında masalımsı hikâyeler anlatılan ilk kaleci olması.
Türkiye’de bile o dönemleri yaşamış insanların yılda 30-40 Yashin maçı izlemiş gibi bir etkiyle bu heybetli kaleciyi bir sonraki nesillere aktarması, bunun göstergesi. Kariyeri boyunca Dinamo Moskova’da oynayan ve 1956’dan 1960’a kadar ‘Yılın Kalecisi’ seçilen kara kazaklı efsane, 1963’te ise kazandığı en büyük bireysel ödüle ulaştı ve Ballon d’Or’a layık görüldü.
Yashin, Avrupa’dan 21 farklı gazetecinin oy kullandığı mücadelede, 73 puan almıştı. İkinci sırada ise, o sene Milan’a Avrupa Kupası’nı getiren Gianni Rivera vardı. Genç oyun kurucunun kıta futboluna iz bırakmasına rağmen aldığı puan ise 55’ti. Herhalde bu, Yashin’in Avrupa’daki etkisini özetleyen bir durum… Birçok listede dünya futbol tarihinin en iyi kalecisi olarak gösterilen ‘Kara Örümcek’, Ballon d’Or kazanan ilk ve tek kaleci olarak da hâlâ ulaşılmaz vaziyette…
Kara Panter
Hızlı, çevik, güçlü ve bitirici… Bu özellikleri, bugün bile bir forvet için sıraladığımızda bu ismin hatırı sayılır yerlere gelmesi kimseyi şaşırtmaz. Eusebio, 1960’larda bu özellikleri bünyesinde barındıran, kabına sığmayan bir forvet oyuncusu olarak dikkat çektiğinde, takvim yaprakları
henüz 1960’ların başını gösteriyordu. Benfica ile Avrupa’nın zirvesine çıktı, finaller kaybetti, Dünya Kupası gol krallığı yaşadı…
Bütün bunlar, döneme damga vurması için yeterliydi belki de… Ama 1965’te kazandığı Ballon d’Or, Mozambik köklerini taşıyan ‘Kara Panter’ için farklı bir anlam taşıyordu. Siyahi futbolcuların henüz üst kademelerde çok görülmediği dönemde, kıtanın en iyisi seçilen ilk siyahi futbolcu olmuştu…
Cruyff’un 70’leri…
NBA tarihçileri, Larry Bird ve Magic Johnson rekabetinin, lig için bir milat olduğunu söyler. Modern futbol, 1970’lerde temelli bugünkü yoluna saparken ise rekabetin adı: Cruyff ve Beckenabuer’di…
Birisi Total Futbol’un beyni olarak Ajax ve Hollanda’nın komutanı konumundayken, diğeri Almanya ve Bayern Münih’in saha içindeki yöneticisiydi. 1970’lerin özellikle ilk yarısı iki efsanenin takımları arasındaki çekişmeye tanıklık etmişti. Doğal olarak bu rekabet, Ballon d’Or’a da yansıdı.
Üçer Şampiyon Kulüpler Kupası kazanan iki oyuncu arasında Franz Beckenbauer, bir Dünya Kupası ve bir de Avrupa Şampiyonası zaferiyle ufak bir kariyer farkı atsa da Johan Cruyff da Ballon d’Or da Kaiser’i solladı. 1971 ve 1973’te ödülü kazanan Sarı Fare, Almanya’nın kupaya ulaştığı 1974 yılında da 11 puan farkla (116-105) İmparator’un elinden Altın Topu aldı ve ödülü üç kez kazanan ilk oyuncu oldu. Kaiser ise 1972 ile 1976’daki zaferleriyle yetinecekti…
Bücür İskandinav
Ballon d’Or, uzun bir dönem Dünya Kupası ya da Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanan takımlarının yıldızlarına gitti. Aralarında tabii ki istisnalar da vardı. Bunlar içinde en dikkat çekenlerin başında ise Alan Simonsen geliyor.
Avrupa futbolunda adını, Borussia Mönchengladbach formasıyla duyuran Danimarkalı kanat oyuncusu, özellikle Günter Netzer’in takımdan ayrılması ve Henes Weisweiler’in yerine Udo Lattek’in geçmesi ile Gladbach hücumlarının başrolüne soyundu. 1977’de Liverpool ile Şampiyon Kulüpler Kupası Finali’nde karşılaşan Gladbach, 3-1 yenilirken, takımın tek golü, şık bir vuruşla ondan gelmişti.
Kevin Keegan gibi büyük bir fenomenin kupa kaldırdığını düşünürsek, o seneki ödülün de ona gitmesini öngörebilirsiniz ama Danimarkalı üç puan farkla rakibini en azından burada ekarte etmişti.
Simonsen, Michael Laudrup, Avrupa şampiyonu olan kardeş Brian ya da Peter Schemeichel gibi 1980 ile 1990’lara damga vuran Danimarka futbol efsanelerinin ulaşamadığı ödülü kazanan tek Danimarkalı. Hatta İskandinav toprakları bile bunu başaran bir topçu çıkaramamış durumda…
Ve Mösyö Sahnede…
Alan Simonsen, 1977’nin kazananıydı. İkinci sırada ise o yılın Mayıs ayında kupayı kazanan Liverpool’un yıldızı Kevin Keegan vardı. Keegan, birkaç ay sonra Hamburg’a transfer olmuş ve Avrupa transfer borsasının en şatafatlı imzasını Alman topraklarında kondurmuştu. 27 Aralık 1977’de son halini alan Ballon d’Or listesine bakanları şaşırtan biri isim ise üçüncü sırada selamlıyordu futbolseverleri: Nancy’nin parlayan yıldızı Michel Platini. Belki rakipleri kadar Avrupa’da ses getirmemişti ama Fransız menşeili ödülü veren yerli basın mensuplarının dikkatini çekmeye başlamıştı…
1982’de nihayet dünyanın gözü önüne çıktı Fransızların yeni umudu… Fransa, yarı finale ulaşırken, Platini de zarafetiyle rüştünü ispatlamıştı. O yaz Juventus’a transfer olduğunda ise Avrupa’nın yeni yıldızı olması için bütün denklem tamamlanmıştı. 1983’te Şampiyon Kulüpler Kupası finali oynadılar, 1984’te Kupa Galipleri Kupası’nı kazandılar ve 1985’te de olaylı finalde Liverpool’u yenip kulüp tarihinin ilk Kupa 1’ini müzelerine götürdüler. Platini, bu üç sezonda aynı zamanda Serie A’nın da gol kralıydı. Bir de 1984’te Fransa ile Avrupa Şampiyonası zaferine imza atınca, Raymond Kopa’dan sonra ikonunu arayan Fransızlar ona sıkı sıkı sarılmıştı.
1983’te ilk Ballon d’Or’unu kazanan ‘Kral’ lakaplı 10 numara, 1984 ve 1985’te de bunu tekrarladı ve arka arkaya bu üçlemeyi yapan ilk futbolcu oldu. Platini’nin ödülleri, Gianni Agnelli ile arasındaki sıcak ilişkiye dahi bir hikâye kazandırmıştı. Agnelli anlatıyor: “Platini, bana üç Ballon d’Or’unu da hediye ettiğinde ‘Bunların hepsi de gerçek altın mı şimdi?’ dedim. Bana baktı, gülümsedi ve ‘Avukat, gerçek altın olsalar hepsini sana verir miydim?’ dedi.”
Son Sovyet
Doğu Avrupa futbolunun Ballon d’Or macerası, 1962’de Çekoslovak Jozef Masopust ile başladı. Bir yıl sonra sahneye Yashin çıktı. Sonra araya uzun yıllar girdi… Avrupa sahnesini ayağa kaldıran sürati ile Oleg Blokhin, ödülü kazandığında, tarihler 1975’i gösteriyordu. Sonra yine seneler girdi araya… 1986’da bu sefer bir diğer ‘sürat motoru’ Igor Belanov, tıpkı Blokhin gibi Dinamo Kiev’in Kupa Galipleri Kupası zaferinde başrol oynadı ve o yaz Dünya Kupası’nda da -özellikle de Belçika maçında- izleyicileri büyüledi.
Ödül, henüz Avrupa sınırları dışına çıkmamıştı. Belki bu senaryo işlese, kazanan tartışmasız şekilde Maradona olacaktı. Ama Avrupalı gazetecilerin oyları, ödülü Belanov’a götürdü. Sovyet forvet, bunu başaran son Sovyet sporcu olurken, kapağında bunu duyuran France Football’un Belanov çalışması da Ballon d’Or kapakları içinde en afililerden biri olarak tarihe geçiyordu…
Kıtanın Dışına Açılma Zamanı
Ballon d’Or fikri faaliyete geçtiği tarihten itibaren Avrupa sınırları içinde kalmıştı. Di Stefano ya da Sivori gibi oynadıkları memleketin vatandaşları olan Arjantinliler ödüle ulaşsa da Pele, Maradona gibi dünyada ve Avrupa’da fırtınalar estiren yıldızların özgeçmişlerinde maalesef bu prestijli ödül yer alamadı. Bu adet, 1995’te son buldu ve oylamada Avrupa’nın dışına çıkılması kararı alındı.
Futbol da küreselleşiyordu ve bir nevi elzem hale gelmişti aslında bu karar. Ballon d’Or’da sınırların kalktığı 1995’te, ödül de anlamlı bir galip çıkardı. Liberyalı George Weah, Alman Jürgen Klinsmann’ın önünde bitirdi yarışı. O sezon PSG’den Milan’a transfer olan forvet, bu ödülü kazanan ilk Avrupa dışından yıldız olmakla da kalmadı. Bunu başaran ilk Afrikalı unvanını da hâlâ koruyor…