Galip Haktanır, İzmir’de dünyaya geldi. Küçük yaşlardan itibaren dedesinin yanında, İstanbul’un Rami semtinde yaşamaya başladı. Futbolla da buradaki Rami Sahası’nda tanıştı. Köklü eğitim kuruluşlarından Darüşşafaka’da okurken futbola bilfiil başlayan Haktanır, üç büyük kulüpte de top koşturduktan sonra, efsaneleşeceği Vefa’da profesyonel kariyerine adım attı. 1943’te ilk kez giydiği Vefa formasını, 20 küsur yıl boyunca sırtından çıkarmayan Galip Bey, futbolu bıraktıktan sonra da Vefa’ya hizmetini esirgemedi. Vefa’nın büyük takımlara meydan okuduğu o yıllarda takımın kaptanlığını da yapan Galip Haktanır ile dönemin önemli stadyumlarını ve o stadyumlarda yaşadıklarını konuştuk.
Kitabınızda geçen bir hikâyeyle röportajımıza başlayalım. Sizin futbolla tanışmanız Rami Sahası’nda oluyor. Hatta ilk futbol yıldızınız da oradan: Halil Hoca. Bize biraz futbola tanışmanızdan ve Rami Sahası’ndan bahsedebilir misiniz?
Aşağı yukarı ilk mektebin birinci sınıfına kadar İzmir’de yaşıyordum. Babam ölünce iki çocuk kaldık. Annemin ikimize de bakmasına imkân yoktu. O zaman baba tarafından dedem İzmir’e geldi. Anneme; “Sen ikisine bakamazsın. İstersen bir tanesini ben alayım.” dedi. E, ben daha büyüktüm. Kardeşim daha süt çocuğuydu. Dedem beni aldı ve İstanbul’a geldim. Birinci sınıfa başladım. Talimhane vardı orada. Talimhane’ye her hafta bir takım maç yapmaya gelirdi. Biz de şakşakçı olarak izlemeye giderdik. Çok heveslenirdik. Acaba biz de böyle olabilecek miyiz diye düşünüp dururduk. Orada çok arkadaşımız vardı. Üçüncü sınıfta takımlar yapardık. Kendi aramızda maçlar yapardık. Ama aşağı yukarı onları hep bir araya ben getirirdim. Dördüncü sınıfa geçtiğim zaman küçük amcam Darüşşafaka diye bir haber okumuş, babası ölmüş talebeler alıyormuş. Beni imtihana götürdü. İmtihanı iyi dereceyle geçtim. İkinci bir imtihan daha oldu. Onu da geçtim ve Darüşşafaka’ya girdim.
Çocukluğunuzdan sonra Rami Sahası’nda oynadınız mı hiç?
Bir defa gittim galiba. O sahayı, daha sonra yakınlarındaki askerî binanın içine yapmışlardı. Sonra gıda pazarı falan oldu oraları. Hatta oradaki büyük boşluğa da futbol sahası yapmışlardı.
Darüşşafaka sizin için çok önemli. Futbola da burada başladınız değil mi?
Mektepte okurken arkadaşlar hep beraber top oynamaya başladık. Mektebin kapıya bakan tarafında bir boşluk vardı. İki merdiven arasında top oynamaya başladık.
Orası top sahası mıydı?
Top sahası değildi. Biz oynuyorduk, kendi sahamız yapmıştık orayı. Kaleler falan yoktu. Asıl saha, okulun arka tarafında, mekteple spor salonunun arasındaydı. Sekizinci, dokuzuncu sınıfa geçmeden oraya gidemezdik; büyüklerin mekânıydı.
Ders zili çalar, kim saha kapacak diye sıraya girer, hemen bir yer kapar, top oynamaya çalışırdık. Paramız yoktu, top da alamazdık. Ne yapacağız? Bizden evvelkiler bez top yapmayı öğrendik. Daha sonra da ustalaştık. Öyle bez toplar yapıyorduk ki, vurduğun zaman sekiyordu.
Sırrı neydi peki onun?
Yataklardan pamuk alıyorduk ve bize verilen çorapları sökerek pamuğun üzerine sarıyorduk. Ondan sonra elimizi yüzümüzü silmek için verilen bez peçeteleri de kılıf yapıyorduk; tamam! Hatta bir tane ukala arkadaşımız vardı. Benim peçeteyi kesip top yapmamı şikâyet etmiş. Bir hafta da izinsiz kaldım.
Bu azminiz karşılıksız kalmadı tabii…
Sonra ben yavaş yavaş arkadaşlarımın arasından sıyrıldım. Derken sınıf takımında oynamaya başladım. Sınıf takımından sonra mektep takımına geçtim. Mektep takımdan sonra da dışarıda kulüp takımlarında oynamaya başladım. Bize en yakın Fener Yılmaz takımı vardı; çarşamba semtinin takımı… Gureba Hastanesi’nin oraya bir saha yapılmıştı, orada oynuyorlardı. Bir müddet o takımda oynadım.
Sonra da Beşiktaş günleriniz başlıyor değil mi?
Bizde etüt hocaları vardı. Fehmi Abi dediğimiz hocamız, hasta Beşiktaşlıydı. Bizi de gözüne kestirmiş. Mektep maçlarında da Beşiktaş’ın idareciler de izliyormuş bizi. Sonra kaleci Faruk’la beraber bizi Beşiktaş’a götürdüler. Beşiktaş’ta oynamaya başladık ama o dönemler talebeler takımlarda oynayamıyorlardı. Resmi maçlarda oynayamıyorlardı. O zamanlar da lig maçlarından evvel B Takımı maçları yapılırdı. Memduh Ün, Şükrü Gülesin falan hep beraber o takımda oynadık. İdareci bir beyefendi vardı. Bir maçtan sonra bizim aramızda dolaşmaya başladı. “Allah Allah, bu adam bizim etrafımızda niye dolaşıyor?” diyoruz. Şüphelendik adamdan. “Kötü bir niyeti mi var acaba aramızda niye dolaşıyor?” diye. Neyse adam gitti, Faruk’la beraber giderken elimizi cebimize attık, 1 lira çıktı. Meğerse adam cebimize para koymak için dolaşıyormuş. Ondan sonra pazar günleri cebimizin düğmelerini açar olduk (Gülüyor).
Bize hep kuponlar verirlerdi. Beşiktaş’ta Üstün Lokantası vardı. Orada 25-30 Kuruş verdiğiniz zaman tıka basa doyardık. Yiyecek hiçbir şey kalmazdı.
Bu arada antrenman ve maçlar nerede oluyor?
Şeref Stadı’nda ama biz Şeref Stadı’na anca pazardan pazara gidebiliyoruz. Başka zaman okuldan çıkamıyoruz ki!
Siz antrenmanlara gitmeden sadece maçlara mı gidiyorsunuz?
Sadece maçlara gidiyorduk. Antrenmanı mektepte yapıyoruz. Her gün antrenman yapıyoruz hem de! (Gülüyor).
Darüşşafaka’nın bir takımı var mıydı o zamanlar?
Hayır, okul takımı vardı sadece. Okul takımı ile de öyle fena maçlar yapmadık yani. Galatasaray Lisesi’ni yendik bir maç. Hayriye Lisesi vardı; o zamanlar zengin çocukları gidiyordu. Çalışkan olmayan, sınıf geçme, okuma ihtimali olmayanları parayla geçiriyorlardı. Böyle gözde isimler vardı bu takımda; İstanbulspor’dan Kadri, Vefa’da Vahit, Arap Sami. Epey iyi takım vardı. Bir gün onlarla oynuyoruz, ama biz onları gözümüzde büyüttüğümüz için top ayağımıza geldiği zaman bekliyoruz ne zaman gelecekler de ayağımızdan topu alacaklar diye. Ama düşündüğümüz gibi olmadı. Biz baya çekiştik onlarla. 3-2 mağlup olmuştuk.
Maçlar nerede oynanıyordu?
Taksim Stadı’nda oynanıyordu.
Kitabınızda yer alan anılarınızın birinde Darüşşafaka ile Bakırköy’de bir maça gidiyorsunuz. Maç Barutgücü Sahası’nda. Orası neresi tam olarak?
Bakırköy’deydi orası.
Sümer Sahası diye geçen yer mi? Tren yolunun yanında.
Galiba… Barut fabrikası vardı o civarda. Oradaydı saha.
Karagümrük Stadı’nın Vefa Stadı olduğunda siz Vefa’da mıydınız?
Tabii, ilk açılışta Vefa’daydım. Hasan Ali Yücel açtı.
Problem oldu mu peki o dönem?
Ama şöyle bakın; o dönem Fenerbahçe’nin sahası var, Galatasaray’ın sahası var, Beşiktaş’ın sahası var. E, Vefa, Beşiktaş’ın sahasında antrenman yapıyor. Beşiktaş’ın maçı olduğu zaman kapı duvar, içeri giremezsiniz. Hakkımız olarak, İstanbul’un dördüncü takımı olan Vefa’ya verdiler sahayı. O saha Beden Terbiyesi’nindi, hakkımız olarak bize verdiler. Hatta o sene dördüncü kim olursa ona vereceğiz dediler. Biz de dördüncü olduk ve aldık.
Peki o zamanlar Vefa Stadı’nın tribünleri ne tarafta kalıyordu?
Yol tarafında kalıyordu. Diğer taraflarda yoktu zaten tribün. Şimdi de yok galiba. Hatırlamıyorum, son zamanlarda hiç o tarafa gitmedim.
Vefa Stadı açıldıktan sonra nasıl Beşiktaş Şeref Stadı’nı antrenman için kullanıyorsa siz de orayı antrenmanlarda kullanıyor muydunuz? Yoksa sadece maç için mi izin veriliyordu?
Antrenmanları, her şeyi orada yapıyorduk. İstediğimiz gibi kullanıyorduk. Bizimle birlikte kullanan başka takımlar da vardı.
Diğer İstanbul takımları hangileriydi?
İstanbulspor, Süleymaniye, Kasımpaşa falan vardı. Sekiz takım olması lazım.
Kasımpaşa nerede oynuyordu?
Kendi semtlerinde sahaları vardı o zaman.
O zamanlar siz Vefa Stadı’nın zeminini sevmiyormuşsunuz herhalde?
E şimdi bile İngilizlerin sahaları görünce beğenmiyoruz buradakileri. O zaman da sahanın bir kaç yerinde su birikirdi. Drenajı kuvvetli derlerdi. Bizim Celal Uçar vardı, malzemeci. O, bir şeyle delik açardı su biriken yerlerde. Su hemen kaybolurdu. Ama çamura bir şey yapamıyorduk tabii. Hatta Fenerbahçe’yi 3-2 yendiğimiz bir maçta bizim sahayı sabaha kadar suladığımızı söylediler hep. Ondan yenilmişler. E, onlara çamur da bize değil miydi?
Herkes Şeref Stadı’nın zeminin iyi olduğunu söylüyor. Orası neden güzeldi?
Şeref Stadında pek su birikmezdi. Ancak zemini toprak olduğu için o da iyi değildi. En kötüsü de Taksim Stadı’ydı. Galatasaray’ı 1-0 yendiğimiz bir maç vardı orada. Penaltı olmuştu, hatta ben yaptırmıştım. Çelmeyi yiyip yere düştüğümde baldırım sıyrıldı hep kömür tozu doldu. Sonra bir hafta bacağımdan kömür tozu çıkarmakla meşgul oldum. Beni revire yatırdırlar bir hafta kömür tozu çıkardılar bacağımdan.
Taksim Stadı’nda kömür tozu mu döküyorlardı?
Kömür tozu suyu çekiyordu galiba. Ondan sahaya döküyorlardı.
Taksim Stadı’nda ilginç bir anınız var mı?
Çocukken paramız yok! Doğal olarak oraya giremiyorduk. Giremeyince de arkadaki tamirhaneye giderdik. Oradaki kapıların açılmasını beklerdik. Maçın bitmesine az kala kapılar açılırdı. Okuldayken de Darüşşafaka maçlarını orada oynardık. Bir de o stadın tribünlerinde bir balkon vardı. Hatta bir Fenerbahçe-Galatasaray maçında Fener’in kalecisi Hüsamettin (Böke) balkondakilerle kavgaya tutuşmuştu.
Aydın Boysan’la yaptığımız söyleşide de, kendisi de aynı durumu söylemişti. O dönemde Taksim Stadı’nda maçları izlemek pahalıydı sanırım.
O zaman bilet pahalı değil de para kıymetliydi. Oysa şimdi öyle mi?
Maçlar kalabalık olur muydu?
Çok olmazdı, tribünler küçük olduğu için 1000-2000 seyirci gelirdi.
O zaman futbol oynama bakımından en iyisi Şeref Stadı’ydı değil mi?
O zaman zaten Taksim Stadı kapanmıştı. Taksim Stadı kapandıktan sonra Şeref Stadı’nda oynanmaya başlandı maçlar. Şeref Stadı ve Kadıköy’de oynanıyordu. Hatta sabah 9’da 10’da başlardı maçlar. Kadıköy’de maç olduğu zaman erkenden kalkar motorlarla geçmeye çalışırdık karşıya.
Fenerbahçe Stadı nasıldı?
Sahası biraz çimen gibiydi. Eski stadyumları düşündüğünüzde biraz iyiydi. İki tribünü verdi. Bir açık, bir de kapalı.
Vefa ile çıktığınız ilk maç, Kasımpaşa maçı. O da Fenerbahçe Stadı’nda oynandı. O zamanlar “Vefa, Avrupa yakasının takımı, niye Anadolu yakasında oynasın” gibi bir düşünce yok muydu? Yoksa fikstüre göre herkes gidip geliyor muydu?
Saha sorunu vardı, fazla saha yoktu. Yoğunluktan ve iki gün aynı stadyumda maç yapılmamasından dolayı öyle bir durum söz konusuydu. Vefa Stadı da o zamanlar henüz yoktu.
Taksim Stadı, Vefa Stadı, Şeref Stadı, Fenerbahçe Stadı…. Sahaya çıktığınız tüm stadyumları düşünürsek eğer taraftar açısından oynadığınız en iyi stadyum hangisiydi?
Fenerbahçe daha genişti. Çok kalabalık olmadığı için rahat rahat maç seyredilirdi. Bir de tribünler de tahtaydı. Oysa yanlış hatırlamıyorsam Şeref Stadı betondu.
Taksim Stadı’nın daha küçük olması nedeniyle seyirciler laf attığında kulağınıza gelir miydi?
Hiç laf atan olmadı, hiç. Ya da ben duymadım.
O meşhur enstantaneyi de yâd edelim. Şeref Stadı’nda topun denize kaçma ve sonrasında bekleme olayını siz de çok yaşadınız değil mi? Peki o denizden topu getiren kişi özel bir görevli miydi?
Evet, Şeref Stadı’nda top sürekli denize giderdi. Orada bir kayıkçı beklerdi. Öncesinde onunla anlaşılırdı herhalde. Topu onun getirmesini beklerdik. Aslında maçlara iki topla gelinirdi. İki takımın da kendi topuyla… Hakem bir tanesinin iyi olduğunu söyler. Onunla maça başlardık. Top denize kaçtı mı, diğer top oyuna sokulmazdı. Çünkü o topu hakem beğenmemişti. Bu durumda topun denizden gelmesini beklerdik. Aslında diğeri de oynanabilir bir top. Ne bileyim işte hakemin tercihi.
Peki kaçan bir topun hiç gelmediği oldu mu?
Hiç olmadı (gülüşmeler)
Kitapta da yazdığınız talihsiz bir olay var, Muhteşem Kural’ın sakatlanması. O olay, Şeref Stadı’nda mı olmuştu? Sakatlanıp ayağı kesiliyor, ambulans gelmiyor…
Evet, Şeref Stadı’nda oldu.
Peki o kadar merkezi bir bölgede neden ambulans geç geldi? O dönem sakatlıklarda bu tarz olaylar yaşanır mıydı?
Ambulansa Beşiktaş’ta rastladık, oraya kadar taksiyle gittik. Adam bir saat bekledi.
Federasyonda, “maç esnasında ambulans bulundurulsun” gibi bir karar tartışılmadı mı?
İmam bildiğini okurmuş. (Gülüşmeler)
Bize hep anlatılır, o dönemde iki ezeli takımın taraftarları maçları beraber izlerdi diye. Cidden maçlar beraber mi izleniyordu?
İnönü’ye kadar beraber izlenirdi. Daha doğrusu herkes bulduğu yere oturdu. İnönü’de ise Galatasaray’ın yeri başka, Beşiktaş’ın yeri başkaydı.
Biraz da yurt dışındaki sahalardan konuşalım. Selanik’e turnuvaya katıldınız. O zaman siz ve arkadaşlarınız ilk kez gece maçı oynadınız. Nasıl bir histi?
Aslında burada, Taksim Stadı’nda da gece maçları oynanıyordu o dönemde ama bizim ilk gece maçlarımız Selanik’teydi. Oraya giderken de gece maçımızı oynayacağımızı da bilmiyorduk. Oraya gidince söylediler. Gece maçı da fena değildi ama stadyumun ışıklandırması çok iyi değildi. Hatta bir gol olmuştu ama hiç kimse farkına varmamıştı. Statta bir sessizlik vardı, herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
O dönemde yurtdışı turlarına çıkan takımlar, diğer takımlardan oyuncu alıp turneye çıkıyordu. Bu bize biraz ilginç geliyor. Neden öyle yapılıyordu?
O dönemde bir transfer politikasıydı. Yurtdışına çıkarken oyuncu götürülür, orada aklı çelinirdi (Gülüşmeler)
Vefa’dayken İzmir’de oynadığınız maçlar var. O maçların hepsini Alsancak Stadı’nda oynadınız. Alsancak Stadı’nın durumu malum… Alsancak Stadı’nda futbol oynamak nasıldı?
O dönemde fark edemiyorduk. Benim için Şeref Stadı gibiydi ama tek farkı denize top kaçmazdı (Gülüşmeler)
Saha toprak mıydı?
Topraktı. Zaten o zamanlar çim saha bir tek Ankara’da, 19 Mayıs Stadı’nda vardı.
Orada oynamak için can atar mıydınız?
Orada düşersin kalkarsın bir şey olmaz. Toprak sahada düşersen, düşün artık o zamanı.
Kitabınızda dikkatimizi çekti, “Stadyum” diye bir takımla oynuyorsunuz. Stadyum takımı nedir?
Gündüz Kılıç’ın da oynadığı Ankara takımıydı. Bir maçlık da değil, bir sezon oynadılar.
Ankara’daki 19 Mayıs Stadı’nda da oynadınız… O stadyum nasıldı?
Orada stadyumda Gençlerbirliği’ne karşı hat-trick yapmıştım. 3-3 bitmişti maç. Ankara’daki maçların çoğunu orda oynardık. 19 Mayıs’a gittiğimizde sevinirdik çimde oynayacağız diye.
Peki 19 Mayıs Stadı’nın çim olmasının sebebi neydi? Yeni bir stadyum olmasından dolayı mı yoksa Ankara’da bulunması nedeniyle bir gösteriş babında mıydı?
İyi bakılıyordu herhalde. Ne zaman oynasam çim sahaydı, hiç toprak saha olduğunu görmedim.
İstanbul’a dönersek… Şeref Stadı’ndan İnönü Stadı’na geçiş oldu. Peki İnönü’ye geçilince Şeref Stadı’na ne oldu?
O dönemde ikinci lig maçları orada oynanıyordu. Mesela ben Eyüp’te antrenörlük yaparken pazarları Şeref Stadı’nda maça çıkardık. Oradan koşarak İnönü Stadı’na gider, Vefa’nın başında maçlara çıkardım. O dönemde iki takımı da çalıştırırdım.
İnönü Stadı açıldığında nasıldı?
İlk açıldığında çimdi ama daha sonraları zemin kötüleşmişti.
Zeminin bozulmasında bütün maçların orada oynanmasının bir etkisi olabilir mi? Genç takımlar, İstanbul’daki bütün takımlar… Hepsi orada oynuyordu.
Cumartesi iki maç oynanıyor ise pazar günü üç maç oynanıyordu. Demek ki beş-altı maç oynanıyordu. Futbol dışında başka aktiviteler de yapılıyordu.
Taksim ve Şeref Stadı’nı kapasiteleri düşüktü. Ama İnönü Stadı on binlerce kişi alabiliyor. O atmosferi ilk gördüğünüzde neler yaşadınız ya da ilk maçınızı hatırlıyor musunuz?
Sahaya çıkınca biraz heyecanlanıyorsun ama maç başlayınca, dışarıyla bir ilişkin kalmıyor.
Sizin döneminizde takımların sahaya çıkışında hoş ritüeller de var.
Bir zamanlar sahaya çıkarken bir onlardan bir bizden çıkardı. İlk zamanlar sahaya çıkarken en önden çıkan topa bir vurur havaya diker öyle çıkılırdı sahaya. Sonra o değişti, böyle karışık çıkmaya başladık. Ondan sonra teker teker çıkıldı. Sonra da beraber çıkmaya başladık.
Siz 1948’de İnönü’deki ilk milli maçta da yer aldınız.
Evet, Avusturya ile oynadık. Neredeyse on sene hiç milli maç yapılmamıştı. Ama benim unutamadığım maç, Prater Stadyumu’nda deplasmanda oynadığımız Avusturya maçıydı. Orası çimendi, Avrupa ile bizi mukayese edemeyiz o zamanlar.
O maçla ilgili ilginç bir anınız var mı?
Bizim idareciler bizi “oynamayın, yatın, uzanın” diye koltuklara serdiler. Camdan bakıyoruz bir saha var, birileri boyuna koşuyor ve top oynuyor. Biz de uzandığımız yerden onları seyrediyoruz. Soyunma odasından çıktık, o sahadan gelenler Avusturya Milli Takımı formasını giymişler. Onlar oyuna başlamışlar, sen kazık gibi olmuşsun. “Yer yarılsa da içine girsek” dedim. Anladık ki maçtan evvel ısınmak şartmış!
Ali Sami Yen Stadı’nda da top koşturmuştunuz değil mi?
Evet, hatta uzun süredir Vefa, Galatasaray’ı yenemiyordu, Ali Sami Yen’de 1-0 yenmiştik. Soyunma odalarına gitmek için dutluktan geçerdik. O zamanlar oralarda arsa almamız için tavsiyede bulunanları düşünmeden reddederdik (gülüşmeler).
Kitabınızda 19 Ocak 1951’de oynanan Son Saat Kupası isimli bir kupadan söz ediyorsunuz. Bu kupa ne için oynanıyordu?
Takımların para kazanması içindir. Belki Son Saat ön ayak olmuştu, öyle bir gazete vardı. Zaten lig maçları bittikten sonra bir müddet böyle dostluk maçları yapılırdı. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş gibi takımlar, yurt dışında takımlar getirtirlerdi. Olmadıkları zamanlarda ise böyle kupa maçları oynanırdı. Hem futbolcuları formda tutmak hem de biraz para kazanmak amacıyla. Türkiye’de karmalar –İstanbul, İzmir, Ankara karmaları gibi- kendi aralarında maç yaparlardı.
Soğuk maçlarda üşümemek için eşinizin hazırladığı gazeteyi formanızın altına koyduğunuzu anlatmışsınız.
Rüzgâr geçirmezdi, epeyce muhafaza ederdi. Rahatsız etmezdi, vücuda yapışırdı. Formayı da giyince varlığını bile unuturdun. Gazeteyi o zaman kim düşünür, topu düşünürsün.
Kaptan olduğunuz dönemde antrenörden daha fazla söz geçiren bir simaymışsınız.
Antrenör olmadığı zamanlarda hem antrenörlük hem de futbolculuk yaptım. Ama bizim dönemde kaptanlık farklıydı. Bakın bir şey anlatayım: Bir maçtan sonra Suphi’nin 200 lirasını eksik vermişlerdi. Ben de yöneticilere durumu aktardım. Suphi’yi Beyoğlu’nda gördükleri için kesinti yaptıklarını söylediler. Hâlbuki çocuğun evi orada, Beyoğlu’ndan geçmeyip ne yapacak! Bunun üzerine, “Bu hafta maçta siz çıkar oynarsınız!” dedim. Tabii sonra 200 lirayı verdiler (gülüşmeler). Kaptanlar, pazuband kaptanı değildi. Yumruğunu vurdu mu öttürürdü. Benim yanımda sigara bile içmezlerdi. Rami vardı, hanıma şikâyet etmiş. “Sigara içiyorum, Galip Abi gelince elimde söndürüyorum” diye.
Kaleci Abdullah Özendi’yi, futbolcuyken takımdan siz mi gönderdiniz?
Evet, futbolcuyken. Ben laubaliliğe hiç tahammül edemezdim. İnsan hata yapabilir, hatasız kul olmaz. Ama bunu lakayt şekilde yaparsan mahsus yapıyorsun anlamına gelir. Kaleci gol yiyince gülsün, olacak iş mi bu? Sonrasında Abdullah Kasımpaşa’ya gitti. Aslında Rum’du sonradan ismi Abdullah olmuş.
Antrenörlük yaptığınız dönemde “Vefa yeniden eskisi gibi oyuncu çıkaran bir kulüp olmalı” şeklinde demeciniz var. Bu sizin için önemli bir şey miydi ve transfer politikasını nasıl etkilerdi?
Vefa’da göreve başladıktan sonra kimseden izin almadan bir genç takım kurdum. Oradan epeyce futbolcu çıktı, A takıma geçti. Altyapıyı kurmazsan üstyapı yıkılır, ne kadar dayanacak ki? Bir futbolcu ne kadar oynayacak? Bir de o dönemler futbolcular bakımsız, sarf ettiği kaloriyi telafi edebiliyor mu?
Vefa’da oynamaya başladığınızda altyapı çalışması var mıydı?
Ben o çalışmalara futbolculuk döneminden başladım. Genç takım işini yürütürdüm. Bir zamanlar federasyon tarafından öyle bir yükümlülük vardı, B takımı maçları olurdu. Mesela adam A takımından oynayacak durumda ama ondan daha iyi bir adam var. Bu adamın körelmemesi lazım!
Genç futbolcuları, Türk futboluna kazandırmak için de epey emek sarf etmişsiniz. Genç futbolcular hakkında bilgiler nasıl geliyordu?
Bir arkadaş görüyor ya da duyuyordu. Sonra da beni arayıp, “Galip ağabey, şurada genç bir oyuncu var. İzler misin?” diyordu. Ben de gidip bakıyordum. Hatta Yalçın Granit de izlediğim oyunculardandı. Darüşşafaka Okul Takımı’nda oynarken izledim onu. Daha sonra da, “Sen futbol oynayamazsın, basketbol oyna” dedim (gülüşmeler).
Oyuncu izlemek için hangi sahalara gitmiştiniz?
Bakırköy Zuharatbaba’daki sahaya gittim, Beylerbeyi’ndeki sahaya gittim. Çok yere gidiyordum o zamanlar.
İzlediğiniz genç oyunculardan beğendiğiniz ve iyi yerlere gelenler var mıydı?
İzlediklerimiz arasından iyi oyuncu bulamamıştık pek.
Özcan Arkoç ve Niko Kovi gibi önemli isimlerin Vefa’da yetiştiğini biliyoruz. Onların kulübe kazandırılmasında rolünüz var mıydı?
Özcan Arkoç, antrenörlüğüm döneminde birinin aracılığı ile Lüleburgaz’dan geldi. Kaleciliği de bizden öğrendi. Birçok maçta kalenin arkasında dururdum ve nerede durması ve ne yapması gerektiğini ona söylerdim. Onu sanat okuluna da yazdırdım hatta. Okulun müdürü de Vefa’lıydı.
Türk futbol tarihinde “Büyük Kaleci” olarak addedilen bütün kalecileri izlediniz neredeyse. En iyisi kimdi?
Bence en iyi kaleci Turgay’dı (Şeren). Çünkü Turgay, 18’in içerisine hâkimdi. Mesela Cihat (Arman), iyi kaleciydi ama çizgi kalecisiydi. Turgay ise 11. oyuncuydu.
Siz de santrhaf oynamanıza rağmen birçok mevkide oynadınız değil mi?
Bir maçta kaleci bile oldum, her bölgede oynadım. Hatta dönemin hakemi Feridun Kılıç “amma kaleciymişsin sen kaptan!” bile dedi. Ben bir İstanbul Muhteliti maçında sol bek oynadım. Bizimde Saim ağabey var Vefa’da sol bek oynayan. Maçtan sonra, “Ben o kadar bek oynadım ama bunun kadar iyi bek oynayanı görmedim” demiş (gülüşmeler). Forvet oynamış bir futbolcu, müdafaada da muvaffak olabiliyor. Ama müdafaa oyuncuları, forvette aynı muvaffakiyeti gösteremeyebiliyor. Çünkü forvet oynamak zor bir şey. Topu muhafaza etmen için iyi tekniğin olması gerekir. Ama müdafaanın topu muhafaza etmesine gerek yok; uzaklaştırıp, defedebilir. Forvet oyuncularının böyle bir lüksü yok!
Galatasaray ile Güneş Kulüplerinin oynadığı “Ayvalı Maç”ta stadyumda mıydınız?
Hayır, ama olanları takip etmiştim. Güneş Kulübü, enteresan bir kulüptü. Atatürk’ün desteği ile kurulmuş, Galatasaray’ın içinden çıkan bir takımdı. Hatta Türk futbolunun ilk paralı kulübü de diyebiliriz.
Galatasaray Kulübü’nde okulun etkisi çokça görüyoruz ama Vefa’da bundan söz etmek epey zor değil mi?
“Tıp fakültesinden her şey çıkar, arada da doktor çıkar” diye bir laf var ya, Vefa’dan da ‘vefalı’ pek çıkmıyor (gülüşmeler). Okul olarak başarılı bir okul ama spor açısından bunu söylemek zor! Bizim dönemimizde Vefa Lisesi’nde talebe olan yönetici çocukları vardı. Onları Vefalı olarak maçlara da getirirlerdi. Şimdi dağıldı insanlar.
Kitabınızda da futbol-siyaset ilişkisi ile ilgili güzel bir örnek var. O dönemde de siyaset bu kadar etkili miydi?
Kendi muhitimizi biliyorduk ama diğer şehirlerde nasıldı bilmiyorduk. Ama duyardık, mecliste mebus olan yöneticilerin futbolculara imkân sağladığını.
Sizin döneminizde Vefa yönetimi nasıldı? Okuldan isimler mi başkan oluyordu?
O dönem parası olan Vefa’nın başkanı olurdu. Bir takım masrafları karşılamak icap ediyordu tabii ki. Bizim başkanımız Remzi Tatari mesela epey paralı bir adamdı. İkinci Dünya Savaşı dönemindeki karaborsacılıktan epey para kazanmış birisiydi. Hatta Vefa’ya ilk geldiğimde bana da iş vermek istemişlerdi. O zaman Amerikan kumaşları karaborsaydı. 50 kuruşluk kumaşı üç liraya satıyorlardı! Bizim Tatar Şükrü, o işi yapmıştı mesela. Hatta “Bana mebusluk verseler, bu işi bırakıp mebusluk yapmam” derdi (gülüşmeler). Ben “O işi yapamam” deyip reddetmişti. Herkese de teklif etmezlerdi bu işleri.
O zamanki kulüp başkanları da şimdikilerden farksızmış anlaşılan
Bu, her dönemde karşılaşılabilecek bir şey. Tiyniyetsiz adamlar muhakkak çıkacaktır. Beş parmağın beşi de bir olmuyor… Vicdanı olmayan insana bir şey diyemezsin ki!
Vefa’nın şampiyonluğu averajla kaybettiği sezondan da konuşalım biraz. Neler hatırlıyorsunuz o yılla alakalı?
Bütün olay, 6-3 kazandığımız Kasımpaşa maçı ile ilgili. O maçı gol yemeden kazansaydık şampiyon olabilirdik. Ben de o zamanlar yedek subay olduğum için oynayamıyordum. İki üç maç yaptım. Kasımpaşa maçında da yoktum hatta. Belki olsaydım mani olabilirdim gollere. İyi bir takımdık. Herkes birbirinin ne yapacağını bilirdi.
Peki şampiyon olsaydınız bir şeyler değişir miydi Türk futbolunda? Üç büyükler gibi art arda şampiyonluklar kazanabilir miydi Vefa da?
Sanmıyorum. Taraftar meselesi çok önemli! Vefa, diğer takımların semtleri gibi büyük bir semt değil. Tüm semt maça gelse ne olur! Taraftar büyük iş futbolda! Mesela Fenerbahçe ile maç yaptığımızda Galatasaray ve Beşiktaşlılar Vefa’yı tutardı. Tribünler çalkalanırdı (gülüşmeler). Belki şampiyonluğa erişilse insanların ilgisini çekebilirdik tabii.